Ordadoğu'da yaşanan gelişmeler ile ilgili olarak Kardelen Dergisi yazarlarından Ali Erdal Hocamız ile yapmış olduğumuz röportaj, araya iç politikada yaşanan gelişmeler girmesi sebebiyle şimdiye kadar yayınlanamamıştı. Bilecik'te yayın yapan Sakarya Gazetesi'nde de sitemizden bahsedilerek kısım kısım yayınlanan bu röportajın tamamını sitemizden okuyabilirsiniz. Ortadoğu'da yaşanan gelişmelerle ilgili değerlendirmesini manşetten de okuyabileceğiniz Erdal, bu gelişmeler ne şekilde başlarsa başlasın veya kim tarafından başlatılırsa başlatılsın, nasıl gelişirse gelişsin bunu bir hak batıl mücadelesi olarak yorumluyor. Ne isim vereileceğini kimsenin kestiremediği bu hakereti "Müslümanlar'ın Kıyamı" olarak yorumlayan Erdal'a göre, zaten kaynayan Ortadoğu'da bu halk hareketlerinin yaşanma olasılığını gören Batılıların veya Yahudilerin bunu kontrol ederek menfaat sağlamak istemeleri mümkün görünüyor. Ancak her halakârda Müslümanların kıyamda olması sebebiyle, işin sonunun hak-batıl hesaplaşmasına gideceğini söyleyen Erdal, bir zamanlar İslâm dünyasına liderlik eden Türk milletinin, aynı misyonu yüklenmek ve ayakta kalmakla, küçük siyaseti kurtuluş zannederek, etkisiz kalmak ve erimek arasında bir tercih mecburiyeti olduğunu belirtiyor.
Lübnan’da başlayan ve Ortadoğu’nun neredeyse tamamına yayılan halk hareketini nasıl yorumluyorsunuz. Halk durup dururken neden ayaklandı?
Allah, insanı yaratmayı irade ettiğinde meleklerin ne dediği malûm… Yeryüzünü fesada boğacak bir canlı türü mü?.. Melekler, sadece Allah’ı tesbih ve tenzih ediyorlar, günah işlemiyorlar. İnsan ise nefsine uyup hak dışında şeylere kapılmakla, hakka inanmak ve ona göre yaşamak arasında serbest bırakılan mahlûk… Sevap ve günah potansiyeli… Tercihine göre meleklerden üstün veya hayvandan aşağı… Her an ya hakkın batıla, ya batılın hakka taarruzunu yaşayacak… Yunus Emre’nin dediği gibi gafletten kurtulacak ruh ile kibir arasında med cezir:
“Bir dem gelir Îsâ gibi,
Ölmüşleri diri kılar;
Bir dem girer kibr evine
Fir'avn ile Hâmân olur”
İmam-ı Rabbanî, her mücadelenin hak – batıl çarpışması olduğuna işaret eder. Hattâ iki karıncanın bir buğday tanesi için didişmesi bile… Bu durumda insan hayatının her anı ihtilâl... İyilikle kötülüğün baskın olma mücadelesi… Fertler için de, topluluklar için de…
Peygamber Efendimiz (sav) “Ümmetim kötüde ittifak etmez” buyuruyorlar. “İttifak etmez!”… Kötülük üzere ittifak halinde yaşamaz… Kötülük üzere olsa da topluluk bunda ittifak etmez.
İki asırdır dünya; gittikçe artan bir şekilde, Batı’nın iradesi, güdümü, etkisi, yönlendirmesi ve baskısı atında. Batı, dünyaya küçümseyen bir gözle, benim gibi ol ve kurtul diyor; Doğu da, ah bir onun gibi olsam hayalleri yaşıyor. Benim gibi ol demekten maksat bana tabi ol… Kaynaklarını bana tahsis et… Dünya adeta Batı’nın arka bahçesi… Aralarında, arka bahçeyi paylaşma mücadelesi var.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra Ortadoğu’yu Batı nizamladı. Kendi menfaatine göre... Kurduğu devletleri, binbir problem yaşayacak şekilde nizamladı. Meselâ İngiltere giderken Hindistan’la Pakistan arasında Keşmir anlaşmazlığı bıraktı. Fransızlar Hatay’ı Suriye ile aramızda problem yapıp gitti. Şiî topluluğa Sünnî hanedan, Sünni halka şii… Sınırları didişmelere sebep olacak şekilde çizdi. Sadece Ortadoğu’yu değil, bütün dünyayı idare ediyor; dünyaya yön veriyor. Madde başarılarına aldanıp Batı’yı zaten Doğu, kendisine rehber seçti. Yurt dışına çıkınca aydınları kravat takmayı bir şey sandı. Dış ülkelere bile çadırını götüren Kaddafi, görmüşsünüzdür, son olarak halkın içine Batılı kıyafete benzer bir elbise ile çıktı. Batılılaşma hareketleri Doğu devletlerinin en büyük gayreti, hattâ en büyük hedefi olmuştur. Bizde Batılılaşma başlı başına bir çığırdır. Edebiyatımızın bir bölümü, resmen okullarımızda “Batı tesirinde Türk edebiyatı” diye okutulur. Kurulan bu suni devletlerin tepesine Batı’ya hayran maymunları ve kadrolarını yerleştirmek zor olmadı. Yani bu devletler ve tepelerine çöreklenenler, daha işin başında meşru değillerdi. Kendileri çöreklenmediler, Batı imkânlarıyla çöreklendirildiler.
Fransız İhtilâli’ne kadar devletler Tanrı adına yönetiliyorlardı. Saltanat sahiplerinin dayanağı bu idi. Ondan sonra, Tanrı adına idare yerine, gücünü milletten almak anlayışı doğdu ve yerleşti. Halbuki Ortadoğu’da Batı’nın nizamladığı devletler ve bunların başında bulunanlar idare hakkını ne Tanrı’dan ne toplumdan aldılar. Yani onların kılıcını Batı kuşandırdı. Bunun için bu kadroların ayakta kalmaları milletlerini, baskı altında tutmalarına bağlı oldu. Bizde tek parti zihniyetinin meşhur sözünü hatırlayalım: “Halka rağmen, halk için”… Neden çünkü halk, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmez. Biz bildirmek mecburiyetindeyiz. Halk, Batı anlayışına yükseltilmeleri gereken sürüydü. Bizde bir devirde, İnönü devrinde köylüler Ankara’ya alınmamışlardı, şehrin görüntüsünü bozuyorlar diye. Diktatörlere göre halk inançlarından koparılmalı ve halkın gücü kırılmalıydı. Kendisi ve yandaşları, olabildiğince mevki, mal ve imkânla ile donatmalı, halk her şeyden mahrum edilmeliydi… Başkaldırma ihtimalini de düşünerek istihbarat, ceza ve fakirlik cendereleri içinde ezilmeliler ki, isyan edecek halleri kalmasın. Yani daha işin başında meşruiyetlerini halklarından almamışlardı. Kaynayan kapalı kazan nihayet patladı.